25 Ağustos 2008 Pazartesi

SİYASET VE TERÖR

/ Erdal SARIZEYBEK - İÇ GÜVENLİK VE TERÖR



Terörle mücadelede belki de anlaşılması en güç olan, Türk siyasetinin uzun yıllardır süregelen terör karşısında ulusal bir mücadele stratejisini hala ortaya koyamamış olmasıdır. Üzerindeki sorumluluğu “terörle mücadele askerin işidir” diyerek taşımaktan kaçınan ve terörü bir rant aracı olarak gören böylesi bir siyasi anlayış Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu tehditlerle karşı karşıya getirmiştir.

Bir yanda dağda askeri operasyonlar devam eder ve hala şehit haberleriyle ülkemiz sarsılırken öte yanda teröristlere cirit atma olanağı sağlayan bu tür bir siyasi zihniyetle adına terörle mücadele dedikleri trajedinin bir sonuç getirmeyeceği gerçeğini artık sağduyu sahibi her insan görmektedir.

Kırsalda PKK terör örgütüne karşı yürütülen otuz yıllık mücadele, bu süreçte etkisiz hale getirilen otuz bin terörist, hala kesin sayısını öğrenemediğimiz şehitlerimiz, harcanan 300 milyar dolar gibi çok önemli bir ulusal kaynak ve teröre siyasi çözüm arayışında olan bu siyasi anlayışla vardığımız nokta; toplumumuzu etnik köken temelinde farklılaştırmaktan ve terörü siyasete çekip bir rant aracı olarak kullanmaktan öteye geçememiştir.

Türkiye neden terörle mücadelede başarılı olamamıştır; askeri stratejilerde mi bir yanlışlık vardır yoksa Türkiye’nin sahip olduğu dinamikler mücadele için harekete mi geçirilmemiştir? Bu ana çizgilerin çevrelediği tablo içerisinde terörün ardında yer alan siyasetin geriye dönük analizi neden sorusuna en doğru cevabı ortaya çıkaracaktır.

Özal Dönemi (84-93)

1984 Şemdinli ve Eruh ilçelerine yapılan saldırılarla adını duyuran PKK terör örgütün 84-92 arası geçen sekiz yılı bir gün mutlaka gün ışığına çıkarılması gereken karanlık bir dönemidir. 91 Körfez savaşına kadar geçen süreçte sivil halka yönelik gerçekleştirdiği eylemlerle silahlı propaganda dönemini başlatan örgüt; yapısı, sözde lider kadrosu, eleman kaynakları, barınak ve sığınakları, yurt dışı destekleri ve yaşam alanlarıyla güvenlik güçleri için bir bilinmezdir. Gündüz görüntü vermeyen ancak geceleyin şiddet eylemleriyle ortaya çıkan örgüt, gerekli önlemler alınamadığı için kısa zamanda halkın korkulu bir rüyası haline gelmiş ve bir bilinmeze karşı duyulan korku kaynaklı itaat içgüdüsü örgütü kırsalda kısmen de olsa otorite haline getirmiştir.

Bu karanlık dönemin askeri taktiğini, bireysel çabalarla sürdürülen bir mücadele tekniği olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanım içeriğinde siyasetin çerçevesini çizdiği ulusal bir strateji yoktur, askeri taktik ise olayların yoğunlaştığı Güneydoğu bölgemizde gönüllü personelden oluşan küçük çaplı özel birlik harekatıyla sınırlı kalmıştır.Topyekun ulusal bir strateji olmadığı için zorunlu olarak küçük çaplı ve sınırlı hedefli küçük birlik harekatının ön plana çıkışının bir diğer nedeni de; Özal döneminde yaşanılan istihbarat zaafıdır ve çok bilinmeyenli bir örgüte karşı ortaya konulan askeri taktikler terör denklemini çözmeye yeterli olamamıştır.

Yine Özal’ın damgasını vurduğu Birinci Körfez Savaşı’ndaki iç ve dış politik yanlışlıklar sayıca beklenenin çok üzerinde, silahça ateş gücü yüksek, barınma olanakları açısından Irak kuzeyinde geniş bir hareket serbestisine ve umulanın ötesinde finansman kaynaklarına sahip bir terör örgütünü karşımıza çıkarmıştır. Özal’la başlayıp sonra gelen her siyasi iradeyle destek bulan ve varlığını 2003 yılına kadar sürdüren ABD ağırlıklı Çekiç Güç’ün koruma ve desteğindeki PKK terör örgütü “üç beş çapulcu” nitelendirmesinin çok ötesinde birkaç on binli sayılara ulaşmış, yapısal ve kurumsal bir nitelik kazanmış ve bu gelişmelerden habersiz ve hazırlıksız güvenlik güçleri karşısında göz ardı edilemez bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır.

Özal siyasetinin etnik ayrımcılığa dayalı terörle mücadeleye olumsuz etkileri işte budur; güçlü bir PKK terör örgütü, otonom bir Barzani, terörün baskısıyla sinmiş ve etnik köken temelinde farklılaşmaya başlamış bir toplum, uluslararası bir Kürt sorunu, 100 milyar dolarlık bir ekonomik kayıp, teröre kurban edilen binlerce can ve yüzlerce şehit!


Koalisyonlar Dönemi (93-2002)


93’den 2002’ye kadar geçen mücadele dönemi, umulmadık bir anda umulmadık bir güçle ortaya çıkan PKK terör örgütüne karşı güvenlik güçlerinin amansız bir mücadele verdiği bir dönemi tanımlar. Bu amansız mücadeleye yol açan başlıca etken; karanlık dönem olarak ifade ettiğimiz Özal döneminde alınmayan tedbirlerin ancak bir sonraki dönemde ortaya çıkan olumsuz sonuçlarıdır.

Özal siyasetiyle güç kazanan terör 92-93 Cizre, Nusaybin ve Şırnak olaylarıyla halkımızı devlete karşı isyana zorlayacak cüreti dahi kendisinde görebilmiştir. 21 Mart 92 Nevruzuyla başlayan olaylar sonucu Şırnak, Cizre, Van, Siirt, Batman ve Adana'da çıkan çatışmalarda 7'si PKK militanı toplam 22 kişi öldürüldü. Şırnak, Cizre ve Van'da 'sokağa çıkma yasağı' ilan edilirken, Türkiye'de yaklaşık bin kişi gözaltına alındı.

Yine bu dönemde ortaya çıkan istihbarat zaafının olumsuz sonuçları ilk olarak 30 Ağustos 1992 Şemdinli Alan çatışmasında kendini göstermiş olup teröristlerden ele geçirilen silahlar, PKK terör örgütünün taktik düzeydeki silah ve ateş gücü açısından güvenlik güçlerine oranla daha üstün bir kapasiteye sahip olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Çatışma sonrası yapılan araştırmada Irak kuzeyinde ve Barzani kontrolünde Erbil ve Diana kentlerindeki açık silah pazarlarından Kannas Keskin Nişancı Tüfeği, RPG-7 Roketatar ve Bikeysi otomatik tüfek gibi yüksek ateş gücü sağlayan silahları teröristlerin kolayca elde edebildikleri öğrenilmiştir. Ne gariptir ki o dönemde terörle mücadele eden güvenlik güçlerinde böylesine seri, portatif, kullanımı kolay ve ateş gücü yüksek silahlar yoktur ve bu silahların kolluk kuvvetlerinin envanterine girişleri ancak 94 yılı ve sonrasına rastlamaktadır.

92’de ele geçirilen teröristlerin sorguları bir başka bilinmeyeni de aydınlatmış olup bugün Türk Hava Kuvvetlerinin bombaladığı Irak kuzeyindeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap kamplarında yıllardır yerleşik bir düzen içerisinde yaşadıkları öğrenilmiştir. Ekim 92’ye kadar göz yumulmuş olan bu tehdidin bedelini Türk milleti sadece Şemdinli’de meydana gelen üç çatışmada 74 şehit vererek çok ağır bir biçimde ödemiştir. Bu bedelin bilançosu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ın ifadeleriyle şöyledir; “1992 yılında zayiatımız 496 şehit, 93 yılına baktığımız zaman 538 şehit, 1994 yılına baktığımız zaman 867 şehit. 1995 yılında 615 şehit, bin 342 yaralı, bin 957 zayiat var. Bu rakamlar gerçekten çok ürperticiydi.”

Yapılan soruşturmalar sonucunda ayrıca; Ağrı Doğubeyazıt-İran Mako, Urumiye ve Hakurk arasında bir karayolu ulaşım ağının kurulmuş olduğu, dönemin DEP, HEP kısaltmalarıyla bilinen ve örgütün siyasi kanadı durumundaki partiler aracılığıyla çaresiz insanlarımızın kandırılarak bu güzergahtan dağa çıkarıldığı ve örgütün ana eleman kaynağını oluşturdukları öğrenilmiştir.

Geç kalmış istihbaratın ortaya koyduğu bu gerçeklerin su yüzüne çıkardığı tehdidin ağırlığı koalisyonlar döneminde sivil ve askeri otoriteleri telaşa düşürmüş, çok kısa sürede olağanüstü çaba gösterilerek polis ve jandarma teşkilatlarında özel birlikler, özel eğitim, özel araç ve silahlarla asimetrik mücadeleye uygun özel harekat yapıları oluşturulmuş ve teröristlerle amansız bir mücadeleye girişilmiştir. Sonuç alıcı sınır ötesi kara ve hava harekatı bu dönemde yapılmış, teröristler otuz yıllık sürecin belki de en ağır darbesini almış ve örgüt dağılma noktasına getirilmiştir.

Bununla birlikte terörün ve mücadele dozunun zirveye ulaştığı bu dönemde dış destekleri kesmek ve dağa çıkış sürecini önleyici tedbirler almak şeklinde varlığını göstermesi gereken siyasi mücadele stratejisi bir türlü ortaya konulamamıştır. Siyasi destekten yoksun askeri operasyonlar, “tehdidi ne pahasına olursa olsun yok etmek” için başvurulan sert önlemlerle kendini gösteren bir stratejinin doğmasına yol açmış ve bu durum PKK terör örgütünün ideolojisinin güçlenmesi ve ayrılıkçı bir Kürt hareketinin taban bulmasına neden olmuştur.

Koalisyonlar döneminde uygulanan bu stratejiyle terörist sayısı minimize edilmiş ve örgüte ağır darbeler vurularak dağılma sürecine çekilmiştir. Ancak bu siyaset; ekonomik, sosyal ve kültürel tedbirlerden yola çıkılarak teröre karşı ulusal bir tavır koymaya ve terörün dış desteklerini kesmeye yönelmekten ziyade askeri sorumluluk altında yürütülen bir harekata tam destek vermekle şekillenen tek yönlü bir stratejiye dönüştüğü için sorunu çözememiştir.

Erdoğan Dönemi(2003- )

Kasım 2003 genel seçimleriyle Türkiye yeni bir siyasi zihniyetin etkisi altına girmiştir. Bu zihniyet içeriğinde ulusal bir terörle mücadele stratejisi yoktur ve bu zihniyet; terör eylemlerini görmezden gelen bir kayıtsızlık ve teröre destek anlamına gelebilecek bir siyasi çözüm arayışıyla kendini açığa vurmuştur.

21 Ekim 2007’de Dağlıca baskınında yaşanan trajedi mevcut siyasi zihniyetin bu anlayışını vurgulayan en önemli işaret olmuştur; Türkiye Cumhuriyeti’nin bir taburu Irak’tan gelen kalabalık bir terörist gurubunun saldırısına uğramış, 12 şehit ve onlarca yaralının yanı sıra 8 Türk askeri kaçırılmış ancak siyaset hiçbir tepki göstermediği gibi milletten aldığı harekat yetkisini de kullanma yoluna gitmemiştir.

Bu politik tavrın etkisinde kalan askeri operasyonların kapsamı kırsaldaki terörist varlığı ve tehdidine karşı taktik planlama, taktik hedef seçimi ve taktik hedeflerin elde edilmesiyle sınırlı mücadele stratejisinden öteye geçememiştir. Siyasi destekten yoksun bu uygulamayla bir yanda taktik hedeflerin elde edilmesi için stratejik güç kullanılırken öte yandan gelen şehit haberleri toplumun sahip olduğu dinamik güçler konusunda kuşkuya düşmesine yol açmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin teröre karşı yürütülen bu asimetrik mücadelede emsallerine göre üstün bir başarı sağlamış olduğu bir gerçektir ancak askeri harekatın siyasi desteği olmadığı için sonuçsuz kalışı yüzünden elde edilen başarı hak edilen ölçüde kamuoyuna yansıtılamamıştır.

Siyasetin bu sorumsuz tavrı örgütün AB ülkelerindeki siyasi zeminini güçlendirmiş, Bağımsız bir Kürt devleti yolunda yürüyen Barzani’nin ayrılıkçı Kürt hareketindeki liderliğini pekiştirmiş, Kerkük Türkmenlerinin varlığını tehlikeye düşürmüş ve dağda yürütülen askeri operasyonları sonuçsuz bırakmıştır.

Erdoğan’ın damgasını vurduğu bu dönem siyaseti Türkiye’yi; güçlü ve bağımsız bir devlet olmasına bir adım kalan bir Barzani, Barzani işgali altında bir Kerkük, parçalanmış bir Irak, siyasallaşmayı tamamlayıp legal hale gelmeye çalışan bir PKK, ayrılıkçı emellerini açık açık söyleyen bir DTP, ulusal çıkarlarımıza aykırı tüm bu gelişmelere yol açan ve bu siyaseti destekleyen bir ABD ve AB gerçeği ile karşı karşıya getirmiştir.


Yok Oluşa Doğru Bir Süreç

Bu trajik tabloya her üç döneme damgasını vurmuş siyaset penceresinden bakıldığında; Özal dönemi için örgütün önlenemeyen silahlı propagandası sonucu ayrılıkçı Kürt hareketinin tohumlarının ekilmiş ve sözde Kürt sorunun uluslararası siyasetin gündemine taşınmış olduğu söylenebilir.

Koalisyonlar dönemi için bir önceki dönemin yanlışları sonucu beklenmedik bir güçle ortaya çıkan terör örgütüne karşı yürütülen sert bir mücadele sonrası etnik köken farklılıklarının toplumda temel bulmasına yol açmış olduğu itiraf edilebilir. Bizi bugünlere taşıyan Türk siyaseti ABD’nin BOP projesi yörüngesinde bilinçli olarak şekillendirildiyse eğer, Erdoğan dönemi için bu projenin tamamlanma aşamasına geldiğini açık yüreklikle söyleyebiliriz.

Bundan sonra bu siyasetin atacağı adımlar artık bellidir; Anadolu’daki Türk kimliği ve varlığını yok etmek için Anayasa’nın 66. maddesinde kendisine ruh bulan Türk kimliği tanımının kaldırılması, etnik farklılıkları daha da derinleştirmek ve devletin yapıcı ve ana unsuru olan Türk milletini ayrıştırmak için Kürtçenin eğitim ve öğretim dili yapılması, yerel yönetimlere özerklik düzeyinde yetkiler verilerek merkezi yönetimin parçalanması, devletle halk arasındaki son bağı koparmak için Korucu Teşkilatının kaldırılması, vatan ile şehit arasındaki kutsal bağı yok etmek ve terör örgütünün sözde lider kadrosuna af çıkarılarak Gazi Paşa’nın meclisine alınması şeklinde sıralanacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın kuruluş felsefesi elbette ki kağıt üzerinde değişmeyecektir; cumhuriyet laik demokratik bir hukuk devleti olarak, devlet ise ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak şimdilik kalmaya devam edecektir. Bununla birlikte aradan geçecek yıllar birbirine farklılaşmış iki toplum, kederde ve kıvançta ayrılmış iki toplum, şehit kanlarıyla sulanmış vatan toprağına yabancılaşmış insanlar, iki farklı dil, iki farklı insan yapısını BOP projesine uygun olarak şekillendirecektir.


TSK Öncülüğünde Türk Milleti

Türkiye’nin sahip olduğu iç ve diş dinamikler konusunda kimsenin kuşkusu yoktur, aksine sahip olduğu güçlerle çok kısa sürede terör tehditlerini yok edilebileceğine inanan bir toplum ve bu toplumda yerleşmiş yaygın bir inancın varlığı söz konusudur.

Bugün teröre karşı yürütülen mücadeleden bir sonuç alınamıyorsa eğer, bu; Türkiye’nin güçsüzlüğünden değil mücadeleye ilişkin ortaya konulan askeri strateji ile mevcut siyasi zihniyetin çizdiği rotanın taban tabana birbirine karşıt oluşundandır.

Ardında Türk milleti olan Türk Ordusunun, ardında ABD ve AB olan bu siyasi zihniyet ile işbirlikçi medya karşısında terörle mücadeleyi sonuçlandırabilmesi, iç ve dış tehditlere karşı proaktif bir strateji izleyerek Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ön plana çıkarabilmesi oldukça zor görünmektedir.

Terörle mücadele için ortaya konulan askeri stratejiye siyasi zihniyetin destek vermeyen bu tutumu sürdüğü takdirde, terörist eylemlerin asla son bulmayacağı gibi bu siyaset yüzünden evlatlarımızın şehit olması, Türk halkının PKK terörünün açık hedefi olarak can vermesi, olası anayasal düzenlemelerle Türk kimliği ve varlığının ağır bir tehdit altına girmesi de kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tarih bugün tekerrür etmektedir; geçmişte yaşadığı en zor anlardan dahi ordusunun önderliğinde kurtulmuş olan Türk milleti, ya Türk ordusunun öncülüğünde küresel ihanet projelerini yıkarak özlediği hürriyet ve bağımsızlığına yeniden kavuşacak ya da Gazi Paşa’nın deyişiyle tarih sahnesinden yok olup gidecektir ama Türk milletinin, Allah göstermesin, bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır...




Eklenme Tarihi : 25.08.2008

TUSAM.COM sitesinden alıntılanmıştır.(Birol Aslan Pİrahmetli köyü Taşköprü Kastamonu)

Hiç yorum yok: