25 Ağustos 2008 Pazartesi

Varlık içinde yokluk!

Türkiye’nin altı maden kaynıyor ama yakamız borçtan kurtulmuyor



FATURA TÜM TOPLUMA KESİLİYOR
YaklaŞIk 6 yıldır tek başına iktidarda olmasına rağmen, sadece devletin ve vatandaşların borcunu katlamakta başarılı olan AKP iktidarının iş bilmezliği, Maden Tetkik Arama’nın (MTA) raporuyla da kanıtlandı. Maden zengini olan Türkiye, borda dünya lideri, altında ise 2. sırada yer alıyor ama borç içinde yüzüyoruz!



TOPLAM DEĞERDE İLK 30’A GİRİYORUZ
Türkİye maden rezervi açısından dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alıyor ve bir servetin üzerinde oturuyor. Dünya madenciliğinde adı geçen 132 ülke arasında toplam üretim değeri itibariyle 28. sıradayız. Başlı başına bir enerji kaynağı olan jeotermalde de Avrupa lideriyiz ancak halimiz ortada!



Türkiye’nin altı maden kaynıyor
MTA, milyonlarca vatandaşın geçim sıkıntısı çektiği ülkemizin altın rezervinde dünyada ikinci, bor
madeninde ise birinci olduğunu açıkladı.



Türkiye maden rezervi açısından dünyanın en zengin ülkeleri arasında yer alırken, adeta büyük bir servetin üzerinde oturuyor. Maden Tetkik Arama (MTA) Türkiye yer altı kaynakları yönünden dünya madenciliğinde adı geçen 132 ülke arasında toplam üretim değeri itibariyle 28’inci, maden çeşitliliği itibariyle 10’uncu sırada yer aldığını açıkladı. Buna göre; günümüzde dünyada ticareti yapılan 90 çeşit madenden 77’sinin varlığı Türkiye’de saptanırken, halen 60 civarında farklı maden ve mineral üretimi yapılıyor. Dünya metal maden rezervlerinin yüzde 0,4’ü, endüstriyel ham madde rezervlerinin yüzde 2,5’i, kömür rezervlerinin yüzde 1’i ve jeotermal potansiyelinin yüzde 0,8’i Türkiye’de bulunuyor. Zengin olunan madenler arasında ilk sırayı, 3,066 milyar ton ile dünya rezervlerinin yüzde 72’ini oluşturan, bor mineralleri alıyor.

Altında ithalat 300 ton
Türkiye’nin teorik altın potansiyelinin 6 bin 500 ton olduğu tahmin ediliyor. Türkiye, bu potansiyelle dünyada ikinci potansiyel durumunda bulunuyor. Şu ana kadar yapılan çalışmalarla 600 ton altın varlığı görünür hale getirilirken, mevcut potansiyelin yüzde 10’u bulundu ve altın yataklarından şu ana kadar 50 ton civarında altın üretildi. Takı, mücevher tasarımında dünyanın önde gelen ülkeleri arasında yer alan Türkiye’de yılda 300 ton altın ithal ediliyor. Teorik jeotermal enerji potansiyeli 31 bin 500 MWt (megavat termal) olan Türkiye, bu potansiyeli ile dünyada 7’inci, Avrupa da ise birinci konumda bulunuyor. Türkiye bugün jeotermal enerjiyi doğrudan kullanım kapasitesi açısından dünya sıralamasında 5’inci konumda.

Kömür rezervi arttı
Son 3 yılda yapılan kömür aramalarında özellikle derin sondajlar uygulandı. 20-25 yıldır değişmeyen 8,3 milyar ton kömür rezervi, 300 bin metre sondaj yapılarak ve 2,3 milyar ton yeni kömür rezervi bulundu. Toplam linyit rezervi de 10,6 milyar tona yükseltildi. (AA)



Bazı önemli rezervler
Çinko-kurşun: Türkiye’nin metal içeriği olarak 860 bin ton kurşun, 2,3 milyon ton çinko rezervi bulunuyor. Demir: Ortalama yüzde 50-55 tenörlü işletilebilir demir rezervi toplamı 113 milyon ton dolayında bulunuyor. Krom: Türkiye’nin krom rezervi 26 milyon ton civarında. Alüminyum: Alüminyum üretimine uygun boksit rezervi 87 milyon ton civarında bulunuyor. Bakır: Türkiye’de toplam bakır rezervi, metal içeriği olarak 1,5 milyon ton bakır düzeyinde bulunuyor. Alçıtaşı: Büyük alçıtaşı potansiyeline sahip olan Türkiye’nin rezervleri tam olarak belirlenmedi. Yıllık alçı taşı üretimi 3 milyon ton civarında.

yeniçağ.com.


25/08/2008 10:16 15

birol aslan pirahmetli köyü taşköprü kastamonu)

BİR TERÖR EYLEMİ ANALİZİ

/ Erdal SARIZEYBEK - İÇ GÜVENLİK VE TERÖR




27 Temmuz 2008 akşamı saat 21.45’te İstanbul Güngören’de iki bombanın çok kısa aralıklarla patlaması sonucu 17 kişi yaşamını yitirdi ve 139 kişi yaralandı. İçişleri Bakanı Beşir Atalay’ın yaptığı açıklama ile kamuoyu bu olayın açık bir terör saldırısı olduğunu öğrendi. Bunca yaşadıklarımızdan sonra terör zaten günlük yaşamın ayrılmaz bir parçası oldu ve nerdeyse otuz yıldır bizi terk etmedi hiç. Terörün eylem şekillerine de Türk milleti alıştı artık. Öyle ki aklı başında her insan bu olay hakkında doğruluk derecesi yüksek bir analiz yapabilecek ve kıl payı hata ile sonuca ulaşabilecek düzeye geldi.

Bir eylemin analizi demek; o eylemin küçük parçalara ayrıştırılıp incelenmesiyle elde edilen bilgilerin ışığında bir sonuca ulaşmak yolu demektir. Özellikle terör ve organize suç örgütlerince yapıldığı düşünülen eylemlerin analizine eylemin oluş şekli ve hedefinin değerlendirilmesiyle başlamak ve “bu eylemden kimin ne çıkarı olabilir” sorusuna cevap olacak şekilde olasılıkları sıralamak başlangıç için doğru bir sistematiktir. Masaya yatırılan olasılıkların tamamı incelenmekle birlikte genelde en güçlü olasılık olayı araştıranı doğru sonuca ulaştıran seçenek olarak karşımıza çıkar.

EYLEMİN OLUŞ ŞEKLİ ve HEDEFİ

Medya aracılığıyla edindiğimiz bilgiler çerçevesinde eylemin oluş şekline bakıldığında, kimliği henüz bilinmeyen kişi ya da kişiler tarafından araç trafiğine kapalı işlek bir yol üzerindeki çöp kutularına bırakılan biri ses, diğeri parça tesirli olmak üzere iki adet bombanın uzaktan kumanda ile patlatılmasıyla söz konusu eylemin gerçekleştirilmiş olduğu görülmektedir. Eylemin hedefi ise sonucundan anlaşılacağı üzere karşı koyma gücü bulunmayan masum halktır.

Terör örgütlerinin, masum insanların hedef seçildiği bu tür bombalama eylemlerine başvurmasının nedeni riski az ancak başarı şansının yüksek oluşudur. Teröre karşı hazırlığı olmayan insanların karşı koyma gücünün bulunmayışı, eylemin kolay yapılabilir, gizlenme seçeneklerinin fazla buna karşılık fail ya da faillerin olay anında yakalanma olasılığının düşük oluşu ve böylesi eylemlerin “ses getirici eylem” özelliğinin bulunması nedeniyle terör örgütleri tarafından zorda kalınca başvurulan bir eylem türüdür.

Eylemin oluş şekline bakıldığında ise Türkiye’de patlayıcı madde kullanarak eylem yapan iki örgüt öne çıkmaktadır; biri El Kaide diğeri ise PKK terör örgütüdür. Ancak her iki örgüt arasında eylem hedefleri açısından önemli bir fark vardır; birinin hedefinde ABD, İngiliz ve İsrail çıkarları var iken diğeri ise güvenlik güçleriyle baş edemediği zaman masum Türk vatandaşlarını hedef olarak seçmektedir.

15 Kasım 2003 tarihinde İstanbul Şişli’deki Beth İsrael Sinagogu ve Beyoğlu’ndaki Neva Şalom Sinagogu'na eşzamanlı düzenlenen bombalı intihar saldırıları ile 20 Kasım 2003 günü Levent'teki HSBC Bank Genel Müdürlüğü ve yine Beyoğlu’ndaki İngiltere Başkonsolosluğu'na yönelik yine eşzamanlı bombalı intihar saldırıları El Kaide terör örgütünün eylem hedeflerinin özelliğini açıkça göstermektedir.

Aynı mantık düzleminden PKK terör örgütünün önceki eylemlerine bakıldığında ise masum Türk vatandaşlarının hedef olarak seçilmiş olduğu görülmektedir. Örgütün 22 Mayıs 2007’de Ankara’nın Ulus semti Anafartalar çarşısında gerçekleştirdiği canlı bomba eyleminde 6 sivil ölmüş ve 100 sivil yaralanmıştır. Sivil halkın hedef seçildiği bir başka eylemi ise Diyarbakır’daki bombalama olayıdır. 3 Ocak 2008 günü Diyarbakır’ın Yenişehir semti Selahattin Yazıcıoğlu Caddesi'nde yerleştirilen bomba yüklü bir aracın teröristler tarafından patlatılması sonucu 5 sivil ölmüş, 67 kişi ise yaralanmıştır. Her iki olayın soruşturması sonucunda bu eylemlerin PKK terör örgütü tarafından gerçekleştirilmiş olduğu ortaya çıkmıştır. Örgütün Kandil Dağı'ndaki kamplarından kaçarak güvenlik güçlerine teslim olan U.T. isimli bir terörist, Ankara Ulus'taki patlamayı gerçekleştiren canlı bomba Güven Akkuş'un eylem öncesi kameraya çekilen konuşmasının kendilerine eğitim amaçlı izlettirildiğini, örgütün sözde lideri Murat Karayılan'ın bu eylemi basın yoluyla kınadığını ancak kendilerine bu eylemden 'kahramanlık' diye söz ettiğini itiraf etmiştir.

Diyarbakır'da düzenlenen saldırıya gelince, olay sanığı sorgusunda PKK'nın Kuzey Irak’taki kamplarında uzun süre bomba eğitimi gördüğünü, eylem için örgüt tarafından Diyarbakır'a gönderildiğini itiraf etmiş, otomobile bombayı nasıl yerleştirdiğini nasıl getirip dershanenin önüne park ettiğini, cep telefonu düzeneğiyle nasıl infilak ettirdiğini olay yerinin krokisi üzerinde detaylarıyla anlatmıştır. Polis zanlının evinde yaptığı aramada, silah, bomba yapımında kullanılan kilolarca amonyum nitrat, A4 ve C4 plastik patlayıcılar ve bomba yapımında kullanılan diğer malzemeyle düzenekler ele geçirmiştir. Bu olayı PKK’nın üstlenme şekli ise bir başka gerçeği de açığa çıkarmıştır. Örgütün; "3 Ocak 2007 tarihinde Diyarbakır Yenişehir semtinde gerçekleşen eylemi güçlerimize bağlı bir birimin kendi inisiyatifi ile gerçekleştirilmiş olma ihtimali mevcuttur” şeklindeki açıklamasıyla örgüt içerisindeki kontrolün sağlanamadığı gerçeği de böylece ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla Güngören’de gerçekleştirilen terör eyleminin ardından PKK terör örgütünün olayı üstlenmesi ya da üstlenmemesinin bir anlamı yoktur; bu olay oluş şekli ve hedefi açısından PKK terör örgütünün eylemi olarak kendini açığa vurmaktadır.

EYLEMİN AMACI
Terör şiddet demektir. Psikolojik analizler şiddetin korku yarattığını, korkunun ise insanı itaate zorladığını açıkça göstermektedir. PKK terör örgütü için şiddete başvurmanın ana amacı otorite olmaktır. Örgüt; halk üzerinde, elemanı durumunda olan teröristler ve de siyasi hedefine ulaşmak için pazarlık yapacağı aktörler üzerinde varlığını göstermek ve gücünü artırmak için şiddete başvurur. Güngören’de yapılan eylemle örgüt, sayılan bu amaçların tamamına ulaşmayı hedeflemiştir. Böylesi vahşi bir saldırı sonucu örgüt ne denli acımasız olduğunu bir kez daha açıkça göstermiş, özellikle Doğu’da yaşayan halkımız ve Avrupa’daki gurbetçilerimiz üzerinde korku yaratarak etkinliğini artırmayı amaçlamıştır. Örgüt bu eylemle, kaçakçılık ve haraç toplama alanında yürüttüğü faaliyetlerden de önemli bir mali kaynak artışının sağlanacağının hesabı içerisindedir.
Benzer şekilde böylesi vahşi bir katliamla örgüt hem militanlarına hem de yandaşlarına örgüte kayıtsız şartsız itaat etmeleri yolunda önemli bir mesaj gönderdiği varsayımı içerisindedir. Kaçma niyeti olanlar bu düşüncelerinden vazgeçecek, şehir merkezlerinde faaliyet gösteren milisler olası eylem hazırlıklarını hızlandıracak ve belki de en önemlisi örgütün siyasi kanadı durumundaki DTP milletvekilleri örgüt karşıtı eylem ve söylemlerinde daha dikkatli olacaklardır, şeklinde ince hesaplar yapılmaktadır. 29 Temmuz 2008’de TBMM’de yaşanan bir olay sırasında DTP Van Milletvekili Özdal Üçer'in, ''yakınlarının aldığı ihaleler ve yaptıkları inşatta işçilerin ücretinin ödenmediğini söylemesine'' tepki gösteren AK Parti Ağrı Milletvekili Cemal Kaya, ''Bu arkadaş (Üçer), beni dağa, PKK'ya şikayet etti'' şeklinde medyaya yansıyan konuşmaları bu tespitlerimizin trajik ve dramatik bir örneğidir.
PKK terör örgütünün masum insanlarımıza yönelik şiddete başvurmasının bir diğer amacı da pazarlık gücünü artırmak için güç göstermektir. Peki, bu örgüt kimle pazarlık yapmaktadır ve kime güç göstermeye çalışmaktadır? TSK’nın, ABD’nin “anlık istihbarat paylaşımı” söylemiyle başlattığı hava harekatı sonucu yaralanan ve örgütten kaçanların tamamı Barzani’ye sığınmış olup bu durum örgüte eleman sıkıntısı olarak yansımıştır. Genelkurmay Başkanlığının konuyla ilgili açıklamaları bu yöndedir. Nitekim bunun sonucu olarak örgütün eylem güçlerinin başı Murat Karayılan tarafından Mesut Barzani'ye, "KDP, PKK'nın içişlerine karışmaktan vazgeçsin ve kaçan örgüt kadrolarını biran önce iade etsin. Aksi halde bölgede yaşanacaklardan PKK sorumlu olmayacak" diye tehdit mektubu gönderdiğine ilişkin medyada yer alan bilgiler bu tespitimizi güçlendirmektedir. Güngören eylemi aynı zamanda PKK terör örgütünü köşeye sıkıştırıp Barzani liderliğini ön plana çıkarmak isteyen ABD’ye, ROJ TV’nin faaliyetlerini yasaklayan Almanya’ya karşı da bir güç gösterisidir. Amaç; varlığını ve eylem gücünü koruduğunu ilan etmekle önceden sahip olduğu etki alanını korumaya çalışmaktır.

NEDEN ŞİMDİ?

Güngören eyleminin neden şimdi yapıldığı sorusuna açıklayıcı bir cevap ararken son iki yıldır aralıksız devam eden yurt içi askeri operasyonlar sonucu örgütün çok sayıda eleman kaybettiğini, yıprandığını, teröristler arasında kopma ve dağılmalar olduğunu, sözde lider kadronun otoritesinin zayıfladığını, siyasi kanat DTP’nin örgüt çizgisi dışına çıktığını, kaçakçılık ve haraç toplama faaliyetlerindeki rolünün ve eylem gücünün zayıfladığına ilişkin değerlendirmelerin bu döneme rastladığını göz önünde bulundurmak ve analizi bu yönde yapmak doğru cevapları bulabilmek için yol gösterici olacaktır.
Bu bağlamda özellikle 1 Aralık 2007’de başlayıp günümüze kadar süre gelen hava harekatıyla PKK terör örgütünün önemli bir darbe almış olduğu yadsınamaz bir gerçektir. 21 Şubat’taki kara harekatı sonucunda Zap bölgesinde faaliyet gösteren teröristlerin büyük bir çoğunluğunun etkisiz hale getirilmiş olduğuna ilişkin resmi raporlar mevcuttur. Zap, Hakurk ve Kandil’e yapılan son hava harekatında belirlenen hedeflerin tamamının isabetli bir şekilde vurulduğu Genelkurmay Başkanlığınca açıklanmıştır. Örgüt açısından başarısızlık olarak nitelendirilen tüm bu olumsuzluklar karşısında örgütün varlığını göstermek ve eylem gücünü koruduğunu kanıtlayabilmek için son bir hafta içerisinde adeta çılgınca diye nitelendirilebilecek eylemlere kalkıştığı görülmektedir. 25 Temmuz günü Tunceli Komando Tugayına uzaktan taciz ateşinde bulunmuş, aynı gün Yüksekova Polis noktası ile Hakkari Emniyet Müdürlüğü binasına roketli saldırıya kalkışmış, 26 Temmuz’da Şemdinli Komando Taburuna ikinci kez silahlı tacizde bulunmuş ancak bu eylemlerden beklediği sonucu alamamıştır.
Özellikle silahlı taciz eylemleri asimetrik mücadelede sonuç alınması mümkün olmayan pasif nitelikteki eylemlerdir. Örgütün bu tür eylemleri tugay tabur gibi büyük birliklere yöneltmesi teröristlerin bir çabalama içerisinde olduklarının açık ifadesidir. Etkin eylem amaçlı belirli bölgelere gönderilen teröristlerin riske girmeden uzaktan ateş açarak kaçmak suretiyle “eylem yapmış olmak için eylem yapmak” yolunu tercih etmesi, sözde lider kadroya hesap vermekten kurtulmayı amaçladıklarını gösteren güçlü emarelerdir. Bu durum örgüt içindeki kararlılığın da tükenmek üzere olduğunun bir işaretidir. Benzer şekilde son dönemde gerçekleştirilen yola mayın döşeme ve pusu eylemlerinden de bir sonuç alamayan örgütün eylem gücü zayıflamaya başlamıştır. Terörist ifadesiyle “eylem teröristin gıdasıdır” ve eylem gücü olmayan bir terör örgütün yaşaması mümkün değildir.
Bu çerçevede Güngören eyleminin; sayılan örgütsel zafiyetleri ortadan kaldırmak, riski az ama sesi yüksek olan şehir eylemlerine yönelmek suretiyle masum insanları katlederek sesini duyurmak, örgütün varlığını koruyup eylem gücünü göstermek ve yandaşlarına ve karşıtlarına gözdağı vermek amacıyla PKK terör örgütünün gerçekleştirmiş olduğunu söylemek bu çerçevede mümkündür.
SONUÇ
Güngören vahşeti PKK terör örgütünün ne denli acımasız ve vahşi bir örgüt olduğunu kamuoyuna bir kez daha göstermiştir. Bu örgütün bu tür kanlı eylemlerini önlemek maksadıyla siyasi iradenin siyasi bir çözüme yönelmiş olması bir sonuç getirmediği gibi bundan sonra da getirme olasılığı yoktur. Aksine bu tür siyasi çözüm arayışları terör örgütü ve yandaşlarını cesaretlendirmektedir. 20 Temmuz’da Ankara’da yapılan DTP kongresinde teröristler için saygı duruşunda bulunulması, İmralı’da yatan örgüt başı lehine sloganlar atılması, Türkiye’nin üniter yapısını bozucu nitelikte konuşmalar yapılması hep siyasetten aldıkları tavizlerin bir sonucudur. Asla unutulmamalıdır ki örgütün hedefinde Türkiye’yi parçalamak ve sözde bir Kürt devleti kurmak vardır ve bu hedefine ulaşıncaya kadar eylemlerine son vermeyecektir, doğasının gereğidir bu. PKK terör örgütünün insanlık dışı eylemleri ön plana çıkarılarak aynı siyasi hedefe başka yollardan ilerleyen Barzani’nin “iyi çözüm” gibi gösterilmesi de Türkiye’nin üniter yapısına yönelik tehditleri ortadan kaldırmayacaktır.
Ankara Ulus ’ta meydana gelen canı bomba olayı sonrası Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın şu sözlerini unutmamak gerekir:''Bu terör örgütünün arkasındaki kurumlara bakmamız lazım. Terör örgütlerini kim besliyor bunlara bakmamız lazım, başka bir şey söylemeyeceğim. Yorumlarını size bırakıyorum.'' Görülen gerçek şudur ki PKK terör örgütü en büyük siyasi desteğini AB ülkelerinden almaktadır ve yıllardır bu ülkelerde siyasi cephe faaliyetlerini serbestçe yürütmektedir. “İyi çözüm” olarak gösterilen Barzani’ye gelince Türkiye’ye karşı yıllardır ikili oynamaktadır, geçmişte de PKK terör örgütüne karşı bir tavır almamıştır bundan sonra da almayacaktır. Bugün için PKK ile Barzani arasında bir sorun var gibi görünüyorsa eğer bu durum aynı yolda beraber yürümediklerinden değil Öcalan ile Barzani arasındaki liderlik çekişmesindendir. ABD ve İsrail için “İyi çözüm Barzani”, AB ülkeleri için ise Öcalan’dır. Türkiye için ise her ikisi de çözüm olmayıp bir diğerine göre “kötünün kötüsü” durumundadır. Terör, küresel güçlerin emperyalist planlarının görünen yüzüdür. Türkiye üzerindeki emperyalist projeleri önleyecek bir ulusal tavırla ortaya çıkması gereken Türkiye’nin çözümü ise, ulusal güçleri ve ulusal istihbaratıyla Irak’ın kuzeyine yapacağı kapsamlı bir kara harekatı ile terör yuvalarını yok etmek, topyekun bir seferberlik ile Atatürk ilke ve devrimlerini ülke sathına yaymaktan geçmektedir.




Eklenme Tarihi : 11.08.2008

PEKİN’DE KAPİTALİZME ALTIN MADALYA

/ Mustafa Kemal ŞEN - EKONOMİ ARAŞTIRMALARI MASASI




Dört yılda bir yapılan olimpiyatların sonuncusu Çin’in Pekin şehrinde dünyayı hayran bırakan bir organizasyonla başladı. 80 ülkenin devlet ya da hükümet başkanının açılışta bulunması, 204 ülkeden gelen oyuncularla en fazla katılımlı olimpiyat özelliğini kazanması olimpiyatlara küresel çapta ilginin her yıl arttığının göstergesi oldu.

Atina’daki 1896 olimpiyatlarına 13 ülke, 1980 Moskova Olimpiyatlarına 80 ülke, 1996 Los Angeles olimpiyatlarına ise 140 ülke oyuncu gönderdi. Masrafları karşılayamadıkları için katılamayan ülkelerin masraflarını Sovyetlere nispet karşılayan ABD, itibarını güçlendirmekle kalmadı olimpiyatların evrenselleşmesini de sağladı.

İyi niyetle kurulan, tüzüğünde uluslararası yardımlaşmayı ve barışı kabul eden bütün küresel kuruluşlar, kapitalizmin tüm gücüyle dünyaya saldırdığı günümüzde amaçlarından saparak büyük devletlerin bir sömürü aracı haline geldi. Bir spor organizasyonundan çok sponsorların ve kalkınmış ülkelerin gövde gösterilerine yol açan, siyasallaştırılan, adeta fuar alanına dönüşen olimpiyatların barış ve kardeşlik naraları altında aslında kimlere hizmet ettiği, hâsılatlardan, oyunun aktörlerinden, küreselleşmenin pekiştirilmesi gibi bir sonuç yaratmasından anlaşılıyor.


KAPİTALİZM 12’DEN VURDU

Temel amacı tanınmak olan sponsorluk sektörü, üçüncü dalga ekonomi olarak da adlandırılan yeni ekonominin bir parçası. Bu da ileri teknolojinin medya imkânları ile yapılmaktadır. Sporda ülkeler bazında başarı geldikçe sponsor firmanın yatırım miktarı da artıyor. Bu yüzden de amatörler yerine profesyonel oyuncular sponsor desteği için seçiliyor. General Elektrik 355 projeye sponsor olarak tek başına 600 milyon dolar harcamada bulundu. Pekin Olimpiyatlarının toplamda 3,2 milyar dolar sponsorluk geliri ile nihai süreçte tüm dünyada 8,3 milyar dolarlık bir ekonomi yaratması bekleniyor. Çin hükümetinin 7 yılda 45 milyar dolar para harcayarak olimpiyatları organize etmesi, çok uluslu şirketlere ait 46 küresel markanın ana sponsor olması, bütün dünyada 33,6 milyar dolara ulaşan sponsorluk piyasasının varlığı, Pekin/Beijing olimpiyatlarının spor endüstrisi haline geldiğini ve barış kardeşlik kavramlarının ötesinde dünya patronlarına ait bir gündemin bulunduğunu göstermektedir. Olimpiyatlar kapitalizmin halkla ilişkiler bürosu olarak kullanılırken alenen “takımın renklerini kazanca dönüştürmek” tabiri kullanılıyor.

Tekellerin Çin olimpiyatlarına bu kadar yatırım yapması boşuna değil. Çin gibi bir ülkede 1 dolarlık bir reklâm harcaması Avrupa pazarında 10 dolarlık bir reklâm harcamasından daha kazançlı. Çünkü Çin kalabalık nüfusu ve dünyaya uzun dönem kapalı olması nedeniyle keşfedilmeyi bekleyen yeni bir kıta gibi. Çok uluslu şirketler için yeni kıta da eskiyen kıtalar gibi sömürüye elverişlidir. Çin’in yanı sıra medya kanalıyla bu devasa organizasyonu dünyada 4 milyar insanın izlemesi bekleniyor. Sermayedarlar adına reklâmın daha büyük bir fırsatı olamaz. Olimpiyat yoluyla büyük şirketlerin yeni markaları dahi küresel çapta tanınmaya başladı.

Spor endüstrisi; sportif ürünler, bilet satışları, lisanslı spor giyimleri, bilet satışları, yayın hakları, reklâm pazarı, ülke tanıtımı, borsada klüp hisseleri, organizasyonlar gibi çok sayıda sektörün toplamını ifade ediyor. Bu olimpiyatlarda iki haftada 70 milyon dolarlık lisanslı ürün satılması hedefleniyor. 12.000 akrediteli basın mensubu oyunları dünyaya izletmek için kapitalizmin öncü kuvvetleri gibi hareket ederken 2,5 milyar dolarlık TV yayın geliri ise garanti edildi. Olimpiyat süresince yiyecek içecek sektöründe 2,7 milyar dolarlık ek bir ekonomi oluşacak. İşin aslı, amacın barış, sevgi, kardeşlik olması nedeniyle böylesi bir bütçeyle Sudan’a veya Irak’a içme suyu için alt yapı tesislerinin kurulabileceğini düşünmemek mümkün değil.

Kapitalizmin sembolleri medya, görsellik, tüketim, eğlence, para, ileri teknoloji, sözde rekabet, madalyalar, dereceler, büyük sevinç gösterileri, ışıklar aslında buzdağının altındaki görünmeyen sefaleti gizliyor. Dünya halklarının sırtından kazanılan paralarla daha fazla zenginleşmek için bir araç haline getirilen olimpiyatlarda yanan her bir ışıkta dünyanın bir bölgesi karanlığa gömülüyor. Sonuçta kapitalizm 12’den vurmuş, uzun atlamış, tuşa getirmiş, nakavt etmiş, ağır kaldırmış, hızlı koşmuş, engeller atlamış ve kazanan o veya bu sporcu değil kapitalizm olmuştur.


OLİMPİYATLARIN DİĞER YÜZÜ

Özelleştirmeler ile devletin elinin ekonomiden çekilmesi sürecinden spor da payını aldı. Devletin boşluğunu doldurmaya can atan çok uluslu tekeller spor eğlencesini ve doğurduğu ekonomiyi geniş kitlelere yayarak daha fazla üretip daha fazla tüketmeyi dayattılar. Türkiye’de sponsorluğun önemi ve spor ekonomisinin avantajları üzerine son dönemde “Türk Sporu Sponsoruyla Buluşuyor” sloganlı kongreler ve teşvik çalışmaları yapılır oldu. Bu arada bütün spor federasyonları özerkleştirildi. 2001 yılından beri yapılan yasal düzenlemelerle sponsorluğu teşvik için sponsorluk harcamaları vergi indirimine tabi tutuldu. Zaten destekleyen olarak tanıtım yapan ve kar eden kuruluşlar bu fırsatı iyi değerlendirerek bu şekilde 500 milyon dolar spora ek kaynak sundu. Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nün geliştirdiği sponsorluk stratejisi ile sponsorların çalışmaları ve organizasyon sistemli hale getirildi. Pekin Olimpiyatları’na katılan Türk sporculara 16 şirketin sponsor olmasına rağmen maalesef bütün bu çalışmaları boşa çıkartacak şekilde Türkiye başarı sağlayamadı.

Olimpiyatları eski çağlarda olduğu gibi bugün yine özgür ve zengin insanlar izleyebiliyor. Spor organizasyonlarından amaç sporu daha popüler hale getirip bedensel ve zihinsel sağlığı geliştirmekse, sponsorlarca reklâmı yapılan ürünleri üreten işçilerin veya dev olimpik tesisleri inşa edenlerin bedensel ve zihinsel sağlıklarını da hesaba katmak gerekir. Çin’deki olimpiyat çalışmalarında yüz binlerce insan evini terk etti, binlerce işçi karın tokluğuna çalıştı, yaralanmalar, ölümler, tutuklanmalar birbirini izledi. Çin yönetimi görkemli açılışıyla göz kamaştırdığı için o açılışta emekleri sömürülen binlerce insanın alın teri görülmedi. Olimpiyat işçilerinin olimpiyat oyunlarını bilet alarak izlemeleri bir hayalden ibaret kaldı. Çünkü işçi Çinlilerin aylık gelirleri bir bilet almaya bile yetmezken, olimpiyatların Çin’e getirisinin 450 milyar dolar olacağı hesap edilirken, bu sorunlar kimsenin umurunda değil.

Bütün dünya ülkelerinin buluştuğu Çin’de insan hakları ve özgürlüğün önemi tekerleme haline gele dursun, olimpiyat açılışının hiç bir bölümünde Uygur Türklerinin ve Tibetlilerin esareti ve dramları dile getirilmedi. Hatta olimpiyatlar, Uygur Türkleri üzerindeki baskıların had safhaya çıkarılması, dayatmalara direnen Uygurlara karşı tutuklama, müebbet hapis cezası, ölüm gibi cezalar uygulanması ve zulümlerin arttırılmasına bahane oldu.




Eklenme Tarihi : 25.08.2008

YAŞAM ALANIMIZ KAFKASYA VE GELECEĞİ

/ Ali KÜLEBİ - TUSAM - BAŞKANVEKİLİ



Köklü tarihleri olan büyük devletlerin, imparatorlukların eski topraklarına, oralarda yaşayanlara ve çevrelerindeki her gelişmeye karşı ve bu gelişmelerle ilgili kendilerinin de çıkarlarını korumaya yönelik sorumlulukları vardır.
2008 Ağustos ayının ilk haftasında Pekin Olimpiyatları ile dünyada yeni bir barış ve dostluk adımı atılması beklenirken hemen yanı başımızdaki Avrasya Balkanları olarak adlandırılan öteki kaynama noktasında çıkan bir savaş ile bir kez daha ne denli tehlikeli bir bölgenin ortasında yaşadığımızı anladık.

ABD’nin son yıllarda özel önem verip de bir türlü yerleşemediği Karadeniz’in Doğu yakasında uzun süredir kaynayan yanardağ patladı, patlatıldı. Karadeniz’in batısında, Romanya ve Bulgaristan’da üsler edinmiş olan NATO (dolayısıyla ABD) bunu pratikte kullanılır şekle dönüştürememiş olduğundan Ukrayna ve Gürcistan’ı da örgüte katarak Karadeniz’i tam bir ABD gölü haline getirmek istiyor idi. Türkiye ve Rusya Federasyonu’nun direnmelerine karşın bu konuda ısrarların sürdüren ABD son Bükreş zirvesinde NATO ülkelerine de baskı yapmış; ne var ki Rusya ile aralarını bozmak istemeyen önemli AB ülkeleri buna yanaşmamışlardı. Gürcistan’ın sürekli ABD tarafından şişirilip şımardığını saptayan AB ülkelerinin bu konudaki değerlendirmelerinin gerçekçiliği bu şekilde ortaya çıkmış iken ABD’nin de bir kez daha devlet geleneği olmayan bir ülkeyi nasıl provoke edip sonradan sıkıntıya soktuğu da ortaya çıkan ciddi örneklerdendir.
Devlet geleneği olmayan ve belli bir küresel gücü arkasına alarak etraflarında her istediklerini yapacaklarını zanneden küçük toplulukların karşı karşıya kalabilecekleri sonuçların en tipik örneklerinden birinin daha bu şekilde yaşanılmasından umulur ki bu tür maceralara atılan öteki oluşumlar da ders alırlar.
Rusya’nın NATO tarafından kuşatılıyor olduğu rahatsızlığı, füzesavar sistemlerinin Rusya’nın yakınlarına yerleştirilmesi, eski Sovyet ülkelerindeki turuncu devrimler, Kosova sorununda etkisizleştirilmesi gibi bir dizi sorunun Gürcistan’da, Kuveyt’e saldırtılan Saddam benzeri bir lider eliyle yanardağ gibi bir şiddet boşalması şeklinde biraz da vaktinden önce yaratılması, bölgesel dinamikleri de vaktinden önce zorlayacak bir görünüm arz ediyor.
Rusya Federasyonu’nun Saakaşvili’nin acemiliğinden bize bile örnek olması gereken bir refleksle istifade edip Avrasya coğrafyasının bu çok önemli stratejik bölgesinde ciddi bir satranç hamlesi yapmış olması dikkat çekicidir.
Genelde bölgede Ermenistan, Karabağ, Abhazya, Güney Osetya ve hatta zaman zaman PKK gibi ayrılıkçı, işgalci ve bölücü unsurları destekleyen ve desteklemiş olan Rusya kendine dönük çıkarları zedelenince ve Gürcistan kendinden kopmak isteyen Güney Osetya’ya müdahale edince bölücü Güney Osetya’yı insani gerekçelerle ve etnik temizliğe karşı olma söylemleriyle desteklemiş ve işin ucunu Gürcistan’ın içlerine girmeye kadar götürmüştür.

KAZANANLAR, KAYBEDENLER VE GELECEĞİN KAFKASYASI
Rusya bu hamlesiyle;
- Rusya ve İran arasında bunları kuşatacak bir stratejideki Gürcistan’ı pasifize etmiştir,
- Saakaşvili gibi körü körüne ABD bağımlısı bir lideri devre dışı bırakma yolunda geleceğe dönük olumlu bir adım atmıştır,
- Bölge ülkelerine, ABD’ye güvenip şımaranların sonunun ne olabileceği konusunda belli bir ders vermiştir,
- Koruyucu NATO söyleminin çok şişirilmiş bir balon olduğu konusunda özellikle Ukrayna’ya da bir atıfta bulunmuştur.
Bundan böyle ise;
- Gürcistan ve hatta Ukrayna’nın NATO üyelikleri çok uzun bir süre zora girebilecektir,
- Kafkaslar’da var olduğu düşünülen: Türkiye + Azerbaycan + Gürcistan (+ABD) = Rusya + Ermenistan +İran denklemi belli ölçülerde zarar görmüştür,
- Hazar Doğalgazını Avrupa’ya taşıyacak olan NABUCCO boru hattı projesinin bu ayağı şimdilik belirsiz bir şekle dönüşmüştür,
- Doğalgaz konusunda Avrupa ülkelerinin bundan böyle NABUCCO’nun İran ayağına önem vermeleri ve İran’a karşı yaptırımlarda daha ihtiyatlı davranmaları söz konusu olabilecektir
- Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan kopmaları gerçekleşebilecektir,
- Her halde bölgeden kopmak istemeyecek ABD, Gürcistan’a bugüne kadar verdiği yıllık yaklaşık 30 milyon Dolar olan ekonomik ve askeri yardımı arttıracaktır,
- ABD’nin bölgedeki son yenilgisi Kafkasya’ya daha fazla önem vermeyi ve Rusya + Ermenistan denkleminde Ermenistan’a karşı daha dikkatli politikalar izlemeyi sağlayabilecektir,
- Rusya’nın yeni bir olası gelişme üzerine askeri harekatı ilerletip Ermenistan sınırına dayanması durumunda Rusya Kafkaslar’da jeopolitik bir bütünlük sağlayarak Ermenistan ile fiziki bağını da tamamlamış olacaktır ki bu da Azerbaycan ile Türkiye ve dolayısı ile Türkiye Orta Asya arasındaki bağın kopması, BTC’nin Rus kontrolü altına girmesi demek olacaktır,
- Bu gelişmeler ise ABD’nin de bölgede güç kaybına yol açacaktır. Bu bağlamda bundan böyle Orta Asya ve Kafkasya’da Türkiye ile olan işbirliği konusunda son yıllarda Türkiye’yi rakip gibi düşünerek dışlama yolunu seçmiş olan ABD, Türkiye ile daha eşitçi ve dikkatli politikalara önem verebilecektir,
- Rusya’nın sert askeri politikası ve Ermenistan’da bulunan askeri üslerinden ciddi ölçülerde yararlanarak Ermenistan’daki 102. Rus üssünden kalkan uçakların Gürcistan’daki NATO ile ilişkili askeri tesisleri vurmuş olmaları bundan böyle Azerbaycan’ı güvenlik açısından yeni arayışlara itebilecektir,
- Eski Varşova Paktı yeni AB üyesi ülkeler bundan böyle Rusya’ya karşı çok daha dikkatli olup, yararı, koruyuculuğu her zaman tartışılacak NATO kalkanına çok daha fazla güvenmek isteyeceklerdir.

BÖLGESEL SONUÇLARIN TÜRKİYE VE DÜNYAYA ETKİSİ
Rusya Federasyonu bu son askeri girişimi ile bölgesel güç olmanın ötesinde ve çıkarlarını koruma çizgisinde adeta eski Sovyet Devleti’nin bir devamı olduğunu ve hatta Soğuk Savaş dönemi kurallarının ötesinde ABD’ye açıkça kafa tutabileceğini göstermiştir. Savaş esnasında Ukrayna’nın Sivastapol’daki Rus deniz üssünden Gürcistan açıklarına yönelen Rus savaş gemilerinin geri dönüşüne izin vermeyebileceği gibi yorumlar yapılmış ise de bu hususun Rusya’nın güç kullanma kararlılığı düşünülürse uygulanabilir olmadığı, olamayacağı ortadadır. Bu bağlamda unutulmaması gereken husus doğrudan veya dolaylı olarak Kafkaslarda karşı karşıya gelmiş olan her iki ülkenin de dünyanın en büyük nükleer güçleri olduğudur. Ellerinde yaklaşık beşer bin nükleer başlı ve uzun menzilli balistik füze ile dünyanın geleceği ve var oluşunda söz sahibidirler. Ancak her iki ülke de bu gücün bilincinde olarak söz konusu savaşı tırmandırmamaya özen göstererek sorumlu bir davranış sergilemişlerdir. Rusya bu son girişimi ile ABD’ye “sen uzaklardan gelip ülkeleri işgal edersen ben de bunu yapabilirim” şeklinde bir mesaj vererek adeta eski Soğuk Savaş günlerindeki dengeyi hatırlatacak bir arayışa ve kararlılığa girmiştir.
16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması ve 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşmasıyla Acaristan, özerk statüyle Sovyet Gürcistan’ına bırakılırken bu Antlaşmanın 6. maddesine göre, Türkiye, Batum ve çevresini (Acaristan’ı), buradaki halkın dini ve kültürel haklarını gözeten bir özerk yönetim sağlanmak ve burada halkın rızasına uygun bir arazi kullanımına imkan vermek, ayrıca Batum limanından serbestçe yararlanmak şartlarıyla Gürcistan'ın yönetimine devretmiştir. Bu şartlar nedeniyle Türkiye, Acaristan’ın özerkliğinin garantörü konumundadır. Sovyetler’in dağılmasından önce ve sonra bu Antlaşmanın hukuki geçerliliğini korumayacağı şeklinde hiçbir somut görüş ve imza olmaması Türkiye’ni bölge ile olan ilişki ve sorumluluğunu söz konusu eder. Kaldı ki Bakü-Tiflis-Ceyhan, Güney Kafkasya Boru Hattı (Şahdeniz) ve inşasına başlanmış Kars-Ahılkelek-Bakü demiryolları ve Gürcistan’ın bizim açımızdan Orta Asya ve Azerbaycan ile var olan ilişkilerimizdeki önemi düşünüldüğünde Kafkasya’nın ve bu ülkenin bizim ilgi ve yaşam alanımız olduğu hiçbir surette unutulmaması gereken bir olgudur.




Eklenme Tarihi : 25.08.2008
TUSAM.COM sitesinden alınmıştır(birol aslan pirahmetli köyü taşköprü kastamonu)

YAŞAM ALANIMIZ KAFKASYA VE GELECEĞİ

/ Ali KÜLEBİ - TUSAM - BAŞKANVEKİLİ



Köklü tarihleri olan büyük devletlerin, imparatorlukların eski topraklarına, oralarda yaşayanlara ve çevrelerindeki her gelişmeye karşı ve bu gelişmelerle ilgili kendilerinin de çıkarlarını korumaya yönelik sorumlulukları vardır.
2008 Ağustos ayının ilk haftasında Pekin Olimpiyatları ile dünyada yeni bir barış ve dostluk adımı atılması beklenirken hemen yanı başımızdaki Avrasya Balkanları olarak adlandırılan öteki kaynama noktasında çıkan bir savaş ile bir kez daha ne denli tehlikeli bir bölgenin ortasında yaşadığımızı anladık.

ABD’nin son yıllarda özel önem verip de bir türlü yerleşemediği Karadeniz’in Doğu yakasında uzun süredir kaynayan yanardağ patladı, patlatıldı. Karadeniz’in batısında, Romanya ve Bulgaristan’da üsler edinmiş olan NATO (dolayısıyla ABD) bunu pratikte kullanılır şekle dönüştürememiş olduğundan Ukrayna ve Gürcistan’ı da örgüte katarak Karadeniz’i tam bir ABD gölü haline getirmek istiyor idi. Türkiye ve Rusya Federasyonu’nun direnmelerine karşın bu konuda ısrarların sürdüren ABD son Bükreş zirvesinde NATO ülkelerine de baskı yapmış; ne var ki Rusya ile aralarını bozmak istemeyen önemli AB ülkeleri buna yanaşmamışlardı. Gürcistan’ın sürekli ABD tarafından şişirilip şımardığını saptayan AB ülkelerinin bu konudaki değerlendirmelerinin gerçekçiliği bu şekilde ortaya çıkmış iken ABD’nin de bir kez daha devlet geleneği olmayan bir ülkeyi nasıl provoke edip sonradan sıkıntıya soktuğu da ortaya çıkan ciddi örneklerdendir.
Devlet geleneği olmayan ve belli bir küresel gücü arkasına alarak etraflarında her istediklerini yapacaklarını zanneden küçük toplulukların karşı karşıya kalabilecekleri sonuçların en tipik örneklerinden birinin daha bu şekilde yaşanılmasından umulur ki bu tür maceralara atılan öteki oluşumlar da ders alırlar.
Rusya’nın NATO tarafından kuşatılıyor olduğu rahatsızlığı, füzesavar sistemlerinin Rusya’nın yakınlarına yerleştirilmesi, eski Sovyet ülkelerindeki turuncu devrimler, Kosova sorununda etkisizleştirilmesi gibi bir dizi sorunun Gürcistan’da, Kuveyt’e saldırtılan Saddam benzeri bir lider eliyle yanardağ gibi bir şiddet boşalması şeklinde biraz da vaktinden önce yaratılması, bölgesel dinamikleri de vaktinden önce zorlayacak bir görünüm arz ediyor.
Rusya Federasyonu’nun Saakaşvili’nin acemiliğinden bize bile örnek olması gereken bir refleksle istifade edip Avrasya coğrafyasının bu çok önemli stratejik bölgesinde ciddi bir satranç hamlesi yapmış olması dikkat çekicidir.
Genelde bölgede Ermenistan, Karabağ, Abhazya, Güney Osetya ve hatta zaman zaman PKK gibi ayrılıkçı, işgalci ve bölücü unsurları destekleyen ve desteklemiş olan Rusya kendine dönük çıkarları zedelenince ve Gürcistan kendinden kopmak isteyen Güney Osetya’ya müdahale edince bölücü Güney Osetya’yı insani gerekçelerle ve etnik temizliğe karşı olma söylemleriyle desteklemiş ve işin ucunu Gürcistan’ın içlerine girmeye kadar götürmüştür.

KAZANANLAR, KAYBEDENLER VE GELECEĞİN KAFKASYASI
Rusya bu hamlesiyle;
- Rusya ve İran arasında bunları kuşatacak bir stratejideki Gürcistan’ı pasifize etmiştir,
- Saakaşvili gibi körü körüne ABD bağımlısı bir lideri devre dışı bırakma yolunda geleceğe dönük olumlu bir adım atmıştır,
- Bölge ülkelerine, ABD’ye güvenip şımaranların sonunun ne olabileceği konusunda belli bir ders vermiştir,
- Koruyucu NATO söyleminin çok şişirilmiş bir balon olduğu konusunda özellikle Ukrayna’ya da bir atıfta bulunmuştur.
Bundan böyle ise;
- Gürcistan ve hatta Ukrayna’nın NATO üyelikleri çok uzun bir süre zora girebilecektir,
- Kafkaslar’da var olduğu düşünülen: Türkiye + Azerbaycan + Gürcistan (+ABD) = Rusya + Ermenistan +İran denklemi belli ölçülerde zarar görmüştür,
- Hazar Doğalgazını Avrupa’ya taşıyacak olan NABUCCO boru hattı projesinin bu ayağı şimdilik belirsiz bir şekle dönüşmüştür,
- Doğalgaz konusunda Avrupa ülkelerinin bundan böyle NABUCCO’nun İran ayağına önem vermeleri ve İran’a karşı yaptırımlarda daha ihtiyatlı davranmaları söz konusu olabilecektir
- Güney Osetya ve Abhazya’nın Gürcistan’dan kopmaları gerçekleşebilecektir,
- Her halde bölgeden kopmak istemeyecek ABD, Gürcistan’a bugüne kadar verdiği yıllık yaklaşık 30 milyon Dolar olan ekonomik ve askeri yardımı arttıracaktır,
- ABD’nin bölgedeki son yenilgisi Kafkasya’ya daha fazla önem vermeyi ve Rusya + Ermenistan denkleminde Ermenistan’a karşı daha dikkatli politikalar izlemeyi sağlayabilecektir,
- Rusya’nın yeni bir olası gelişme üzerine askeri harekatı ilerletip Ermenistan sınırına dayanması durumunda Rusya Kafkaslar’da jeopolitik bir bütünlük sağlayarak Ermenistan ile fiziki bağını da tamamlamış olacaktır ki bu da Azerbaycan ile Türkiye ve dolayısı ile Türkiye Orta Asya arasındaki bağın kopması, BTC’nin Rus kontrolü altına girmesi demek olacaktır,
- Bu gelişmeler ise ABD’nin de bölgede güç kaybına yol açacaktır. Bu bağlamda bundan böyle Orta Asya ve Kafkasya’da Türkiye ile olan işbirliği konusunda son yıllarda Türkiye’yi rakip gibi düşünerek dışlama yolunu seçmiş olan ABD, Türkiye ile daha eşitçi ve dikkatli politikalara önem verebilecektir,
- Rusya’nın sert askeri politikası ve Ermenistan’da bulunan askeri üslerinden ciddi ölçülerde yararlanarak Ermenistan’daki 102. Rus üssünden kalkan uçakların Gürcistan’daki NATO ile ilişkili askeri tesisleri vurmuş olmaları bundan böyle Azerbaycan’ı güvenlik açısından yeni arayışlara itebilecektir,
- Eski Varşova Paktı yeni AB üyesi ülkeler bundan böyle Rusya’ya karşı çok daha dikkatli olup, yararı, koruyuculuğu her zaman tartışılacak NATO kalkanına çok daha fazla güvenmek isteyeceklerdir.

BÖLGESEL SONUÇLARIN TÜRKİYE VE DÜNYAYA ETKİSİ
Rusya Federasyonu bu son askeri girişimi ile bölgesel güç olmanın ötesinde ve çıkarlarını koruma çizgisinde adeta eski Sovyet Devleti’nin bir devamı olduğunu ve hatta Soğuk Savaş dönemi kurallarının ötesinde ABD’ye açıkça kafa tutabileceğini göstermiştir. Savaş esnasında Ukrayna’nın Sivastapol’daki Rus deniz üssünden Gürcistan açıklarına yönelen Rus savaş gemilerinin geri dönüşüne izin vermeyebileceği gibi yorumlar yapılmış ise de bu hususun Rusya’nın güç kullanma kararlılığı düşünülürse uygulanabilir olmadığı, olamayacağı ortadadır. Bu bağlamda unutulmaması gereken husus doğrudan veya dolaylı olarak Kafkaslarda karşı karşıya gelmiş olan her iki ülkenin de dünyanın en büyük nükleer güçleri olduğudur. Ellerinde yaklaşık beşer bin nükleer başlı ve uzun menzilli balistik füze ile dünyanın geleceği ve var oluşunda söz sahibidirler. Ancak her iki ülke de bu gücün bilincinde olarak söz konusu savaşı tırmandırmamaya özen göstererek sorumlu bir davranış sergilemişlerdir. Rusya bu son girişimi ile ABD’ye “sen uzaklardan gelip ülkeleri işgal edersen ben de bunu yapabilirim” şeklinde bir mesaj vererek adeta eski Soğuk Savaş günlerindeki dengeyi hatırlatacak bir arayışa ve kararlılığa girmiştir.
16 Mart 1921’de imzalanan Moskova Antlaşması ve 13 Ekim 1921 tarihli Kars Antlaşmasıyla Acaristan, özerk statüyle Sovyet Gürcistan’ına bırakılırken bu Antlaşmanın 6. maddesine göre, Türkiye, Batum ve çevresini (Acaristan’ı), buradaki halkın dini ve kültürel haklarını gözeten bir özerk yönetim sağlanmak ve burada halkın rızasına uygun bir arazi kullanımına imkan vermek, ayrıca Batum limanından serbestçe yararlanmak şartlarıyla Gürcistan'ın yönetimine devretmiştir. Bu şartlar nedeniyle Türkiye, Acaristan’ın özerkliğinin garantörü konumundadır. Sovyetler’in dağılmasından önce ve sonra bu Antlaşmanın hukuki geçerliliğini korumayacağı şeklinde hiçbir somut görüş ve imza olmaması Türkiye’ni bölge ile olan ilişki ve sorumluluğunu söz konusu eder. Kaldı ki Bakü-Tiflis-Ceyhan, Güney Kafkasya Boru Hattı (Şahdeniz) ve inşasına başlanmış Kars-Ahılkelek-Bakü demiryolları ve Gürcistan’ın bizim açımızdan Orta Asya ve Azerbaycan ile var olan ilişkilerimizdeki önemi düşünüldüğünde Kafkasya’nın ve bu ülkenin bizim ilgi ve yaşam alanımız olduğu hiçbir surette unutulmaması gereken bir olgudur.




Eklenme Tarihi : 25.08.2008


Tusam.com sitesinden alınmıştır.(birol aslan bayrak pirahmetli köyü taşköprü kastamonu)

SİYASET VE TERÖR

/ Erdal SARIZEYBEK - İÇ GÜVENLİK VE TERÖR



Terörle mücadelede belki de anlaşılması en güç olan, Türk siyasetinin uzun yıllardır süregelen terör karşısında ulusal bir mücadele stratejisini hala ortaya koyamamış olmasıdır. Üzerindeki sorumluluğu “terörle mücadele askerin işidir” diyerek taşımaktan kaçınan ve terörü bir rant aracı olarak gören böylesi bir siyasi anlayış Türkiye’yi bugün içinde bulunduğu tehditlerle karşı karşıya getirmiştir.

Bir yanda dağda askeri operasyonlar devam eder ve hala şehit haberleriyle ülkemiz sarsılırken öte yanda teröristlere cirit atma olanağı sağlayan bu tür bir siyasi zihniyetle adına terörle mücadele dedikleri trajedinin bir sonuç getirmeyeceği gerçeğini artık sağduyu sahibi her insan görmektedir.

Kırsalda PKK terör örgütüne karşı yürütülen otuz yıllık mücadele, bu süreçte etkisiz hale getirilen otuz bin terörist, hala kesin sayısını öğrenemediğimiz şehitlerimiz, harcanan 300 milyar dolar gibi çok önemli bir ulusal kaynak ve teröre siyasi çözüm arayışında olan bu siyasi anlayışla vardığımız nokta; toplumumuzu etnik köken temelinde farklılaştırmaktan ve terörü siyasete çekip bir rant aracı olarak kullanmaktan öteye geçememiştir.

Türkiye neden terörle mücadelede başarılı olamamıştır; askeri stratejilerde mi bir yanlışlık vardır yoksa Türkiye’nin sahip olduğu dinamikler mücadele için harekete mi geçirilmemiştir? Bu ana çizgilerin çevrelediği tablo içerisinde terörün ardında yer alan siyasetin geriye dönük analizi neden sorusuna en doğru cevabı ortaya çıkaracaktır.

Özal Dönemi (84-93)

1984 Şemdinli ve Eruh ilçelerine yapılan saldırılarla adını duyuran PKK terör örgütün 84-92 arası geçen sekiz yılı bir gün mutlaka gün ışığına çıkarılması gereken karanlık bir dönemidir. 91 Körfez savaşına kadar geçen süreçte sivil halka yönelik gerçekleştirdiği eylemlerle silahlı propaganda dönemini başlatan örgüt; yapısı, sözde lider kadrosu, eleman kaynakları, barınak ve sığınakları, yurt dışı destekleri ve yaşam alanlarıyla güvenlik güçleri için bir bilinmezdir. Gündüz görüntü vermeyen ancak geceleyin şiddet eylemleriyle ortaya çıkan örgüt, gerekli önlemler alınamadığı için kısa zamanda halkın korkulu bir rüyası haline gelmiş ve bir bilinmeze karşı duyulan korku kaynaklı itaat içgüdüsü örgütü kırsalda kısmen de olsa otorite haline getirmiştir.

Bu karanlık dönemin askeri taktiğini, bireysel çabalarla sürdürülen bir mücadele tekniği olarak tanımlamak mümkündür. Bu tanım içeriğinde siyasetin çerçevesini çizdiği ulusal bir strateji yoktur, askeri taktik ise olayların yoğunlaştığı Güneydoğu bölgemizde gönüllü personelden oluşan küçük çaplı özel birlik harekatıyla sınırlı kalmıştır.Topyekun ulusal bir strateji olmadığı için zorunlu olarak küçük çaplı ve sınırlı hedefli küçük birlik harekatının ön plana çıkışının bir diğer nedeni de; Özal döneminde yaşanılan istihbarat zaafıdır ve çok bilinmeyenli bir örgüte karşı ortaya konulan askeri taktikler terör denklemini çözmeye yeterli olamamıştır.

Yine Özal’ın damgasını vurduğu Birinci Körfez Savaşı’ndaki iç ve dış politik yanlışlıklar sayıca beklenenin çok üzerinde, silahça ateş gücü yüksek, barınma olanakları açısından Irak kuzeyinde geniş bir hareket serbestisine ve umulanın ötesinde finansman kaynaklarına sahip bir terör örgütünü karşımıza çıkarmıştır. Özal’la başlayıp sonra gelen her siyasi iradeyle destek bulan ve varlığını 2003 yılına kadar sürdüren ABD ağırlıklı Çekiç Güç’ün koruma ve desteğindeki PKK terör örgütü “üç beş çapulcu” nitelendirmesinin çok ötesinde birkaç on binli sayılara ulaşmış, yapısal ve kurumsal bir nitelik kazanmış ve bu gelişmelerden habersiz ve hazırlıksız güvenlik güçleri karşısında göz ardı edilemez bir tehdit olarak ortaya çıkmıştır.

Özal siyasetinin etnik ayrımcılığa dayalı terörle mücadeleye olumsuz etkileri işte budur; güçlü bir PKK terör örgütü, otonom bir Barzani, terörün baskısıyla sinmiş ve etnik köken temelinde farklılaşmaya başlamış bir toplum, uluslararası bir Kürt sorunu, 100 milyar dolarlık bir ekonomik kayıp, teröre kurban edilen binlerce can ve yüzlerce şehit!


Koalisyonlar Dönemi (93-2002)


93’den 2002’ye kadar geçen mücadele dönemi, umulmadık bir anda umulmadık bir güçle ortaya çıkan PKK terör örgütüne karşı güvenlik güçlerinin amansız bir mücadele verdiği bir dönemi tanımlar. Bu amansız mücadeleye yol açan başlıca etken; karanlık dönem olarak ifade ettiğimiz Özal döneminde alınmayan tedbirlerin ancak bir sonraki dönemde ortaya çıkan olumsuz sonuçlarıdır.

Özal siyasetiyle güç kazanan terör 92-93 Cizre, Nusaybin ve Şırnak olaylarıyla halkımızı devlete karşı isyana zorlayacak cüreti dahi kendisinde görebilmiştir. 21 Mart 92 Nevruzuyla başlayan olaylar sonucu Şırnak, Cizre, Van, Siirt, Batman ve Adana'da çıkan çatışmalarda 7'si PKK militanı toplam 22 kişi öldürüldü. Şırnak, Cizre ve Van'da 'sokağa çıkma yasağı' ilan edilirken, Türkiye'de yaklaşık bin kişi gözaltına alındı.

Yine bu dönemde ortaya çıkan istihbarat zaafının olumsuz sonuçları ilk olarak 30 Ağustos 1992 Şemdinli Alan çatışmasında kendini göstermiş olup teröristlerden ele geçirilen silahlar, PKK terör örgütünün taktik düzeydeki silah ve ateş gücü açısından güvenlik güçlerine oranla daha üstün bir kapasiteye sahip olduğu gerçeğini ortaya çıkarmıştır. Çatışma sonrası yapılan araştırmada Irak kuzeyinde ve Barzani kontrolünde Erbil ve Diana kentlerindeki açık silah pazarlarından Kannas Keskin Nişancı Tüfeği, RPG-7 Roketatar ve Bikeysi otomatik tüfek gibi yüksek ateş gücü sağlayan silahları teröristlerin kolayca elde edebildikleri öğrenilmiştir. Ne gariptir ki o dönemde terörle mücadele eden güvenlik güçlerinde böylesine seri, portatif, kullanımı kolay ve ateş gücü yüksek silahlar yoktur ve bu silahların kolluk kuvvetlerinin envanterine girişleri ancak 94 yılı ve sonrasına rastlamaktadır.

92’de ele geçirilen teröristlerin sorguları bir başka bilinmeyeni de aydınlatmış olup bugün Türk Hava Kuvvetlerinin bombaladığı Irak kuzeyindeki Hakurk, Basyan, Avaşin ve Zap kamplarında yıllardır yerleşik bir düzen içerisinde yaşadıkları öğrenilmiştir. Ekim 92’ye kadar göz yumulmuş olan bu tehdidin bedelini Türk milleti sadece Şemdinli’de meydana gelen üç çatışmada 74 şehit vererek çok ağır bir biçimde ödemiştir. Bu bedelin bilançosu Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt’ın ifadeleriyle şöyledir; “1992 yılında zayiatımız 496 şehit, 93 yılına baktığımız zaman 538 şehit, 1994 yılına baktığımız zaman 867 şehit. 1995 yılında 615 şehit, bin 342 yaralı, bin 957 zayiat var. Bu rakamlar gerçekten çok ürperticiydi.”

Yapılan soruşturmalar sonucunda ayrıca; Ağrı Doğubeyazıt-İran Mako, Urumiye ve Hakurk arasında bir karayolu ulaşım ağının kurulmuş olduğu, dönemin DEP, HEP kısaltmalarıyla bilinen ve örgütün siyasi kanadı durumundaki partiler aracılığıyla çaresiz insanlarımızın kandırılarak bu güzergahtan dağa çıkarıldığı ve örgütün ana eleman kaynağını oluşturdukları öğrenilmiştir.

Geç kalmış istihbaratın ortaya koyduğu bu gerçeklerin su yüzüne çıkardığı tehdidin ağırlığı koalisyonlar döneminde sivil ve askeri otoriteleri telaşa düşürmüş, çok kısa sürede olağanüstü çaba gösterilerek polis ve jandarma teşkilatlarında özel birlikler, özel eğitim, özel araç ve silahlarla asimetrik mücadeleye uygun özel harekat yapıları oluşturulmuş ve teröristlerle amansız bir mücadeleye girişilmiştir. Sonuç alıcı sınır ötesi kara ve hava harekatı bu dönemde yapılmış, teröristler otuz yıllık sürecin belki de en ağır darbesini almış ve örgüt dağılma noktasına getirilmiştir.

Bununla birlikte terörün ve mücadele dozunun zirveye ulaştığı bu dönemde dış destekleri kesmek ve dağa çıkış sürecini önleyici tedbirler almak şeklinde varlığını göstermesi gereken siyasi mücadele stratejisi bir türlü ortaya konulamamıştır. Siyasi destekten yoksun askeri operasyonlar, “tehdidi ne pahasına olursa olsun yok etmek” için başvurulan sert önlemlerle kendini gösteren bir stratejinin doğmasına yol açmış ve bu durum PKK terör örgütünün ideolojisinin güçlenmesi ve ayrılıkçı bir Kürt hareketinin taban bulmasına neden olmuştur.

Koalisyonlar döneminde uygulanan bu stratejiyle terörist sayısı minimize edilmiş ve örgüte ağır darbeler vurularak dağılma sürecine çekilmiştir. Ancak bu siyaset; ekonomik, sosyal ve kültürel tedbirlerden yola çıkılarak teröre karşı ulusal bir tavır koymaya ve terörün dış desteklerini kesmeye yönelmekten ziyade askeri sorumluluk altında yürütülen bir harekata tam destek vermekle şekillenen tek yönlü bir stratejiye dönüştüğü için sorunu çözememiştir.

Erdoğan Dönemi(2003- )

Kasım 2003 genel seçimleriyle Türkiye yeni bir siyasi zihniyetin etkisi altına girmiştir. Bu zihniyet içeriğinde ulusal bir terörle mücadele stratejisi yoktur ve bu zihniyet; terör eylemlerini görmezden gelen bir kayıtsızlık ve teröre destek anlamına gelebilecek bir siyasi çözüm arayışıyla kendini açığa vurmuştur.

21 Ekim 2007’de Dağlıca baskınında yaşanan trajedi mevcut siyasi zihniyetin bu anlayışını vurgulayan en önemli işaret olmuştur; Türkiye Cumhuriyeti’nin bir taburu Irak’tan gelen kalabalık bir terörist gurubunun saldırısına uğramış, 12 şehit ve onlarca yaralının yanı sıra 8 Türk askeri kaçırılmış ancak siyaset hiçbir tepki göstermediği gibi milletten aldığı harekat yetkisini de kullanma yoluna gitmemiştir.

Bu politik tavrın etkisinde kalan askeri operasyonların kapsamı kırsaldaki terörist varlığı ve tehdidine karşı taktik planlama, taktik hedef seçimi ve taktik hedeflerin elde edilmesiyle sınırlı mücadele stratejisinden öteye geçememiştir. Siyasi destekten yoksun bu uygulamayla bir yanda taktik hedeflerin elde edilmesi için stratejik güç kullanılırken öte yandan gelen şehit haberleri toplumun sahip olduğu dinamik güçler konusunda kuşkuya düşmesine yol açmıştır.

Türk Silahlı Kuvvetlerinin teröre karşı yürütülen bu asimetrik mücadelede emsallerine göre üstün bir başarı sağlamış olduğu bir gerçektir ancak askeri harekatın siyasi desteği olmadığı için sonuçsuz kalışı yüzünden elde edilen başarı hak edilen ölçüde kamuoyuna yansıtılamamıştır.

Siyasetin bu sorumsuz tavrı örgütün AB ülkelerindeki siyasi zeminini güçlendirmiş, Bağımsız bir Kürt devleti yolunda yürüyen Barzani’nin ayrılıkçı Kürt hareketindeki liderliğini pekiştirmiş, Kerkük Türkmenlerinin varlığını tehlikeye düşürmüş ve dağda yürütülen askeri operasyonları sonuçsuz bırakmıştır.

Erdoğan’ın damgasını vurduğu bu dönem siyaseti Türkiye’yi; güçlü ve bağımsız bir devlet olmasına bir adım kalan bir Barzani, Barzani işgali altında bir Kerkük, parçalanmış bir Irak, siyasallaşmayı tamamlayıp legal hale gelmeye çalışan bir PKK, ayrılıkçı emellerini açık açık söyleyen bir DTP, ulusal çıkarlarımıza aykırı tüm bu gelişmelere yol açan ve bu siyaseti destekleyen bir ABD ve AB gerçeği ile karşı karşıya getirmiştir.


Yok Oluşa Doğru Bir Süreç

Bu trajik tabloya her üç döneme damgasını vurmuş siyaset penceresinden bakıldığında; Özal dönemi için örgütün önlenemeyen silahlı propagandası sonucu ayrılıkçı Kürt hareketinin tohumlarının ekilmiş ve sözde Kürt sorunun uluslararası siyasetin gündemine taşınmış olduğu söylenebilir.

Koalisyonlar dönemi için bir önceki dönemin yanlışları sonucu beklenmedik bir güçle ortaya çıkan terör örgütüne karşı yürütülen sert bir mücadele sonrası etnik köken farklılıklarının toplumda temel bulmasına yol açmış olduğu itiraf edilebilir. Bizi bugünlere taşıyan Türk siyaseti ABD’nin BOP projesi yörüngesinde bilinçli olarak şekillendirildiyse eğer, Erdoğan dönemi için bu projenin tamamlanma aşamasına geldiğini açık yüreklikle söyleyebiliriz.

Bundan sonra bu siyasetin atacağı adımlar artık bellidir; Anadolu’daki Türk kimliği ve varlığını yok etmek için Anayasa’nın 66. maddesinde kendisine ruh bulan Türk kimliği tanımının kaldırılması, etnik farklılıkları daha da derinleştirmek ve devletin yapıcı ve ana unsuru olan Türk milletini ayrıştırmak için Kürtçenin eğitim ve öğretim dili yapılması, yerel yönetimlere özerklik düzeyinde yetkiler verilerek merkezi yönetimin parçalanması, devletle halk arasındaki son bağı koparmak için Korucu Teşkilatının kaldırılması, vatan ile şehit arasındaki kutsal bağı yok etmek ve terör örgütünün sözde lider kadrosuna af çıkarılarak Gazi Paşa’nın meclisine alınması şeklinde sıralanacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın kuruluş felsefesi elbette ki kağıt üzerinde değişmeyecektir; cumhuriyet laik demokratik bir hukuk devleti olarak, devlet ise ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olarak şimdilik kalmaya devam edecektir. Bununla birlikte aradan geçecek yıllar birbirine farklılaşmış iki toplum, kederde ve kıvançta ayrılmış iki toplum, şehit kanlarıyla sulanmış vatan toprağına yabancılaşmış insanlar, iki farklı dil, iki farklı insan yapısını BOP projesine uygun olarak şekillendirecektir.


TSK Öncülüğünde Türk Milleti

Türkiye’nin sahip olduğu iç ve diş dinamikler konusunda kimsenin kuşkusu yoktur, aksine sahip olduğu güçlerle çok kısa sürede terör tehditlerini yok edilebileceğine inanan bir toplum ve bu toplumda yerleşmiş yaygın bir inancın varlığı söz konusudur.

Bugün teröre karşı yürütülen mücadeleden bir sonuç alınamıyorsa eğer, bu; Türkiye’nin güçsüzlüğünden değil mücadeleye ilişkin ortaya konulan askeri strateji ile mevcut siyasi zihniyetin çizdiği rotanın taban tabana birbirine karşıt oluşundandır.

Ardında Türk milleti olan Türk Ordusunun, ardında ABD ve AB olan bu siyasi zihniyet ile işbirlikçi medya karşısında terörle mücadeleyi sonuçlandırabilmesi, iç ve dış tehditlere karşı proaktif bir strateji izleyerek Türkiye’nin ulusal çıkarlarını ön plana çıkarabilmesi oldukça zor görünmektedir.

Terörle mücadele için ortaya konulan askeri stratejiye siyasi zihniyetin destek vermeyen bu tutumu sürdüğü takdirde, terörist eylemlerin asla son bulmayacağı gibi bu siyaset yüzünden evlatlarımızın şehit olması, Türk halkının PKK terörünün açık hedefi olarak can vermesi, olası anayasal düzenlemelerle Türk kimliği ve varlığının ağır bir tehdit altına girmesi de kaçınılmaz bir sonuç olarak karşımıza çıkmaktadır.

Tarih bugün tekerrür etmektedir; geçmişte yaşadığı en zor anlardan dahi ordusunun önderliğinde kurtulmuş olan Türk milleti, ya Türk ordusunun öncülüğünde küresel ihanet projelerini yıkarak özlediği hürriyet ve bağımsızlığına yeniden kavuşacak ya da Gazi Paşa’nın deyişiyle tarih sahnesinden yok olup gidecektir ama Türk milletinin, Allah göstermesin, bağımsızlığı ihlal edilirse bunun vebali zabitana ait olacaktır...




Eklenme Tarihi : 25.08.2008

TUSAM.COM sitesinden alıntılanmıştır.(Birol Aslan Pİrahmetli köyü Taşköprü Kastamonu)

KAFKAS SAVAŞINA AZERBAYCAN’DAN BAKIŞ

/ Cavid VELİEV - YAKINDOĞU VE KAFKASYA ARAŞTIRMALARI MASASI



Gürcistan’ın Güney Osetya’da kontrolü sağlamak amaçlı askeri operasyonu ve ardından Rusya’nın Gürcistan’ı işgali özellikle Azerbaycan’ın dış ve güvenlik politikasını yakından ilgilendiriyor. Bu gelişmeler Azerbaycan’ın 15 yıllık Rusya ve işgal edilmiş topraklar politikaları açısından bir ölçüm olarak değerlendirildiği için Rusya’nın son adımları dikkatle takip edildi. Azerbaycan Gürcistan’ın komşusudur ve karşı karşıya kaldıkları sorunlar ve tehditler nedeniyle kaderdaş devlettirler. Azerbaycan yakın geçmişte Gürcistan’ın karşı karşıya kaldığı birçok sorunun çözümünde kendini riske atarak Gürcistan’a destek vermiş ve bu nedenle Gürcistan Devlet Başkanı Mihail Saakaşvili Azerbaycan’ı “Gürcistan’ın bağımsızlığının garantörü”; İlham Aliyev’i de “kahraman” olarak tanımlamıştır. Fakat bu defa durum Azerbaycan açısından daha farklı olduğu için, Azerbaycan bazen Gürcistan’ı destekleyen bazen de yalnız bırakan adımlar atmak durumunda kaldı. Bir tarafta Azerbaycan’ın dış dünyaya çıkış kapısı, proje ortağı ve stratejik müttefiki Gürcistan, diğer tarafta Kafkasya’nın en güçlü devleti, 200 yıl boyunca bu bölgeyi işgal altında tutan ve yeniden agresifleşen Rusya…

Bu bağlamda Azerbaycan’da Rusya’nın Gürcistan’ı işgali iki çerçevede değerlendirildi. Her şeyden önce Gürcistan’ın Güney Osetya’ya karşı başlattığı askeri operasyonun BM’nin 51. maddesinden doğan meşruu müdafaa hakkı olduğu konusunda hükümet ve kamuoyunda ortak düşünce hakimdir. Müsavat gazetesinin yaptığı kamuoyu araştırmasına göre katılımcıların % 80’i Gürcistan’ın, % 8’i Rusya’nın haklı olduğunu düşünüyor. Rusya’nın saldırısına karşı Azerbaycan’ın tutumu konusunda hükümetle kamuoyu arasında olduğu gibi aydınlar arasında da farklı yaklaşımlar ortaya çıktı. Aydınlar, Rus işgaline karşı Gürcistan’a açık destek verilmesinden yana olan idealistler ve Azerbaycan’ın bölgedeki güç dengesini dikkate alarak tepkisini ortaya koyması gerektiğini düşünen realistler olarak iki farklı yaklaşımı benimsediler. Bu iki yaklaşımın da ötesinde Güney Osetya’ya askeri operasyon düzenleyerek Rusya’ya fırsat verdiği için Gürcistan’ı suçlayanlar da oldu. Gürcistan’a bölgesel dengeleri gözetmeden harekete geçtiği için tepkili olan bu kesime göre uzun zamandır Rusya’nın aradığı bu fırsat, Güney Kafkasya’nın Moskova tarafından kontrol altına alınmasına yol açacaktır. Saakaşvili’nin Moskova’ya verdiği bu fırsat, sadece bölgesel projelerin değil, Azerbaycan’ın bağımsızlık ve güvenliğini de tehlikeye atacaktır.

İdealistlerin Tutumu

Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hazar İbrahim’in, “Gürcistan’ın bu davranışı uluslararası hukuka uygundur” açıklaması Azerbaycanlı idealistlerce yeterli bulunmadı. Azerbaycan’ın Gürcistan’a açık destek vermesi gerektiğini savunanlar, “Azerbaycan hükümetinin Gürcistan’ı haklı bulması yeterli değil ve hükümet açık şekilde Rusya’ya karşı Gürcistan’a destek olmalıydı” düşüncesini dillendiriyorlar. Azerbaycan’ın Gürcistan’a verdiği desteğin iki devlet arasındaki stratejik işbirliğinin altında kaldığını düşünen bu kesimin kendine göre iki temel nedeni var; 1. Azerbaycan-Gürcistan stratejik müttefikken Rusya, Azerbaycan’ın düşmanı Ermenistan’ın müttefiki ve destekleyicisidir. 2. Rusya’nın bu siyaseti Güney Kafkasya’da kontrolü sağlamaya yöneliktir ve bir sonraki sırada Azerbaycan ve sahip olduğu enerji kaynaklarını kontrol etmek vardır. Azerbaycan iktidarının Gürcistan halkına sıradan bir başsağlığı dilemekle yetindiğini düşünen ve bu nedenle hükümeti suçlayan bu kesim, olayların devam ettiği dönemde Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev’in Pekin Olimpiyatlarını yarım bırakıp Azerbaycan’a dönmemesini de eleştirdi. Rusya’nın son adımının ayrılıkçı bölgelere destek anlamına geldiği için Minsk grubu eşbaşkanlığından uzaklaştırılması gerektiğini ve Azerbaycan’ın BDT’den çekilmesi gerektiği düşüncesi ise tüm kesimlerin ortak noktalarıdır.

Bu kesim arasında Azerbaycan’ın Gürcistan’ı örnek alması gerektiğini düşünenler de bulunuyor. Bu düşünceye göre Gürcistan’ın Güney Osetya’ya düzenlediği askeri operasyon Azerbaycan için bir fırsattır ve Azerbaycan iktidarı siyasi iradesini ortaya koyarak işgal edilmiş topraklarında askeri operasyon düzenlemelidir. Hatta bunun için Azerbaycan’ın Gürcistan’dan daha çok hukuki dayanağı var ve Rusya, işgal edilmiş Azerbaycan topraklarında Azerbaycan’ın karşısına çık(a)maz.

Realist Yaklaşım

Kafkasya’da tüm dengeleri alt üst eden söz konusu duruma idealist yaklaşanların yanı sıra bölgesel güç dengesini göz önünde bulundurarak tepki verilmesinden yana olan realistler, Bakü’nün bu olayda olabildiğince tarafsız kalmasını istiyorlardı. Tarafsız kalmaktan yana olanların endişesi Rusya’nın olası tepkisidir. Başka bir deyişle bu kesim Haydar Aliyev döneminde temeli atılan denge politikası geleneğinin devamından yanaydı.

Hükümet ise iki yaklaşımın ortasında bir eğilim gösterdi. Bir taraftan Gürcistan’ın Güney Osetya’da toprak bütünlüğünü sağlamak için haklı olduğunu resmi olarak açıklayarak aslında Rusya’nın, “Gürcistan’ın Güney Osetya’ya saldırısı uluslararası hukuka aykırıdır” tezine karşı gelmiş oldu. Diğer taraftan Rusya’nın Gürcistan’a karşı askeri saldırısına tepki vermeyerek bölgedeki güç dengesini göz ardı etmedi. Zira Pekin Olimpiyatları’nda bulunan Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev Bakü’ye dönmeyerek son savaşta Azerbaycan’ın taraf olmak istemediğini gösterdi. Gürcistan’ın müttefiklerine, “BDT’den çekilin” çağrısına olumlu yanıt vermeyen hükümet, Rusya’nın Minsk Grubu eşbaşkanlığından çekilmesi için de çaba sarf etmeyeceğini açıklayarak diplomatik davrandı. Azerbaycan hükümeti işgal edilmiş topraklar meselesinde son on beş yıldır Rusya’nın tarafsızlığını sağlamak ve bu meselede Rusya-Ermenistan arasında bir kopukluk yaratmak için yoğun biçimde diplomatik çaba sarf etmektedir. Bu konuda sonuca tesir etmeyecek fakat az da olsa başarılı olduğunu gösteren gelişmelerin yaşandığı söylenebilir. Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesinden sonra Rusya, Abhazya ve Güney Osetya’ya verdiği direk desteği ayrılıkçı Dağlık Karabağ Ermenilerine vermemiştir. Diğer taraftan Rusya Federasyonu yeni devlet başkanı Dmitri Medvedev’in 4 Temmuz 2008’de Azerbaycan ziyareti sırasında imzalanan hükümetlerarası anlaşma Ermenistan’ı rahatsız etmiştir. Bunun dışında Azerbaycan Rusya’yı tedirgin eden NATO üyeliğini kabul etmiyor, ABD’nin Azerbaycan’da üs kurma baskılarına karşı gelerek küresel mücadelenin bölgeye üzerindeki yansımalarının güvenlik ve istikrarına zarar vermesini istemiyor. Azerbaycan’ın bu stratejisi Bakü ve Tiflis’in dış politikalarındaki temel farklılığı ortaya koymaktadır. Bu farklılık Rusya’nın Güney Kafkasya siyasetinin şekillenmesi açısından da çok önemlidir.

Rusya’nın Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlığının tanınması yönünde attığı adımlar ayrılıkçı Dağlık Karabağ Ermenilerine örnek teşkil edebilecektir. Bu nedenle Moskova’nın ayrılıkçı bölgelerin de facto bağımsızlığını de jure’ye dönüştürebilecek adımları Bakü’de rahatsızlıkla karşılanmaktadır. Bu nedenle Azerbaycan hükümeti ayrılıkçı bölge sorunlarının Gürcistan’ın toprak bütünlüğü çerçevesinde çözülmesinden yana olduğunu açıkça ifade etmiştir.

Bakü’nün Rusya’ya karşı ihtiyatlı davranması Moskova’nın emelleri hakkında Tiflis’ten daha farklı düşündüğü anlamına gelmiyor. Azerbaycan’ın Gürcistan-Rusya savaşındaki tutumu Rusya’yı fazla dikkate almanın ötesinde Gürcistan’ın taktik hatası yaptığını düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Saakaşvili’nin yapmış olduğu taktik hatayı yapmak istemeyen Azerbaycan, Rusya’nın bölgeden uzaklaştırılmasında farklı yöntemler tercih etmektedir. Azerbaycan Rusya’nın Güney Kafkasya’ya müdahale etmesine sebep olacak sıcak çatışmalardan uzak durmaktadır. Azerbaycan, Rusya’nın bölgedeki etkinliğini azaltacak bölgesel ve küresel projelere destek vererek Moskova’ya karşı yumuşak güç üzerinden mücadele etmektedir. Hatta yumuşak gücünü kullanarak Rusya’yı karşısına alma riskine karşı Gürcistan’a enerji desteği vermekten de kaçınmamıştır.

Açıkça görülüyor ki uluslararası ilişkiler, yırtıcı/yıkıcı bir realist dönem yani uluslararası hukukun ve ahlakın hiçe sayıldığı bir dönemden geçiyor. Realizmin temel göstergesi olan güç ve çıkarlar uluslararası ilişkileri şekillendiriyor. Azerbaycan ve diğer tüm bölge devletleri adımlarını bu gerçeği dikkate alarak atmak durumundalar. Tersi durumunda ise söz konusu devletlerin güç mücadeleleri arasında kaybolup gitmesi işten bile olmayabilir…





Eklenme Tarihi : 25.08.2008

TUSAM.COM sitesinden alınmıştır (birol aslan pirahmetli köyü taşköprü kastamonu)